2 Temmuz 2012 Pazartesi

Bir de şöyle bakmak gerekiyor.


Bebek ölümleri ülkemizde halen bir sorunken ortaya atılan “katliam”olarak kürtaj ve sezaryen. Nüfusun daha fazla artabilmesi için kürtajı yasaklamayı ve sezaryeni sınırlamayı tartışan hükümet zigotun peşine düşüp doğmuş olan bebeği es geçiyor. Neden? Çünkü bebek ölümlerinin engellenebilmesi için devletin yüklenmesi gereken görevler var. Fakat piyasa kurallarında devlete yer yoktur. Doğal olarak ne oluyor? Piyasa ve muhafazakarlık adına ve de emperyal hedefler uğruna yine zigotun peşine düşen devlet yine piyasalar gocunmasın deyu doğmuş bebeklerin ölmesine göz yumuyor.

Bir yanda çocuk sahibi olmak isterken bebeklerini kaybedenler öte yanda ise bedenleri üzerindeki söz hakkı ellerinden alınmaya çalışılan kadınlar. Hatta bu uğurda ar damarları çatlarcasına “tecavüze uğrayanlar doğursun, gerekirse devlet bakar”, “bebek öleceğine tecavüze uğrayan ölsün” diyerek bir yandan “yargıladıkları” tecavüz olgusunu meşrulaştırmanın yolunu tutuyorlar. Bu konuda da sözü kadınlar zaten söyleyecektir.

Peki devletin bebek ölümlerini engellemesi için neler yapması gerekir?

Anne sağlığı: anne eğer beslenmeden çalışma ve yaşam koşullarına, aile içi şiddetten toplumsal yapıya kadar sağlıklı imkanlara sahip değilse çocuğun doğumu da sıkıntılı olacaktır. Malumdur ki annenin psikolojisinin sağlıklı olmaması bile –tek başına- doğum esnasında pek çok soruna yol açacaktır.
Kadınların doğum izinleri, emzirme izinleri, kreş imkanları yok edilirken sağlıklı bir doğum hak getire. Bu imkanların sağlanması ise hem devlete hem de piyasalara “yük” getirecektir.

Bebek sağlığı: bebeğin beslenmesi, annesi ile büyüyebilmesi, ihtiyacı olduğunda yanında bulabilmesi, hastaneye erişim imkanları, sağlıklı bir çevrede yetişebilmesi... hepsi vazgeçilemez derecede önemli maddeler. 

Ancak hastanelerin piyasa kurallarına terkedilerek kar amaçlı kurumlar haline getirilmeleri de hastaneye ve “sağlıklı sağlık hizmeti”ne erişimi engelleyen büyük bir etken. İlaç alınamadığı için ölen bebekler, çocuklarına ekmek alacak para bulamadığı için intihar eden anne... çok geride kalmadılar.
Piyasa tabii ki bunları kabul etmez. Anne için de bebe için de yapılması gerekenler onlara “gider kalemi” olarak görülür ve her daim kısılabilecek/ kısılması gereken giderlerdir. Durum böyle olunca devlete/ sermayeye sorumluluk yüklemek yerine bireye yasak getirmek onlar açısından kabul edilebilir olandır. 

Tabanının yapısı ve kendi gelecek algısı nedeniyle bu meseleyi (yasağı)muhafazakarlıkla buluşturması da kaçınılmazdır.
Doğumdan sonrasına ilişkin hiçbirşey söylemiyorum. O noktada yaşam hakkı ortadan kalkıyor zaten. Kadınların konuşması gereken bir meselede bir erkek olarak söz hakkı iddia ettiğim için affolam.

25 Nisan 2012 Çarşamba

eşitlik-aidiyet


insanların eşitliğe duydukları istek olarak da görülebilir din, milliyetler ve diğer aidiyetler. sınıflı bir toplum yapısına sahip olan kapitalizmde üretim araçlarıyla olan ilişki üzerinden şekillenmiş olan sınıflar kendi içlerinde de paramparçadırlar. burjuvaziden bahsetmiyorum tabii ki. işçi sınıfı ve küçük burjuvazi üretim biçiminin dayatmış olduğu yabancılaşma ve yalnızlaşmanın yanında her yanımızı sarmış olan "rekabetçilik" kültürü nedeniyle de kendi içinde tekrar tekrar parçalanmış bulunuyor.

bu parçalanmışlık nedeniyle çoğu zaman -sosyal bir varlık olduğundan mıdır nedir- insanlar kendilerine benzeyenleri ararlar. bu noktada genellikle din, milliyetler, tutulan takımlar vb. imdada yetişir. örgütsüz olan sınıflar bununla benzerlerini bulmaya çalışırken, örgütlü olan burjuvazi bunların hiçbirine ihtiyaç duymaz ve bu aidiyetleri göz önüne almaksızın bir araya gelirler. buradaki birleşmeyi sağlayan ise ortak çıkar ve o ortak çıkar da diğer sınıfları ezmektir. mesele böyle bir ortak çıkar olunca birleşmek ve diğerlerinin örgütlenmesini engellemek şart. engelleme konusunda onlara yardımcı olan da yine bu "birleştirici" aidiyetler.

olması gereken şey olduğunda ve biz örgütlendiğimizde bir yandan yaşamlarımıza/inançlarımıza aynen devam ederken diğer yandan da bu aidiyetlerin bölücü özelliği ortadan kalkmış olacaktır.

20 Nisan 2012 Cuma

Neremiz Doğru ki?



Azıcık değişiklik…

Hörgüce sormuşlar ki organizma olarak nereniz doğru? Hörgüç demiş ki “onu bilmiyorum ama boyun eğri”. Halbuki organizmaya yani deveye sorduğumuzda cevap net: “nerem doğru ki?”

Bu seneki 1 Mayıs çağrısında her zamanki 4’lu yine erken davranmış. Disk, kesk, tmmob, ttb. En büyük işçi sendika konfederasyonu türk-iş yok. Kimbilir belki onlar salonda kutlamak istiyorlardır ama mesele şu ki Türk-iş’in tavrı ne olursa olsun; bu muhteşem dörtlü asla değişmiyor. Bir tane işçilerden, bir tane memurlardan, bir tane mimar/mühendislerden, bir tane doktorlardan. Formül bu ve isimler de sabit.

Hepsi bir arada Turk-İş’i beğenmemekte birleşiyorlar. Türk-İş’i savunacak değilim burada ama onu beğenmeyenlerin de makro(genel) ölçekte farklı, mikro (yerel) ölçekte daha beter olduğunu unutmamak lazım. Makro ölçekteki farklılıkları da sonuca etki edemeyecek kadar güçsüz olmalarından geliyor olsa gerek.

Örneğin; Kardemir’de işçilerin türk-metal’de örgütlenmesinin sebebi devrimci işçi sendikaları konfederasyonu içindeki metal sendikasının ‘sol’cu tavrıdır. Bu tavır işçileri çelik-iş ve türk-metal arasında seçim yapmak zorunda bırakmıştır. Ve -işçilere göre de- kötünün iyisini seçmişlerdir.

Tmmob kendi tabanı ile biraraya gelmekten aciz, hatta acizliğin dışında bundan korkan bir ‘demokratik’ mesleki kitle örgütü. Bunların hepsini örneklendirmenin alemi yok.

Evet sendikal-mesleki mücadele şart ancak bu mücadelenin taraflarından birinin diğerinden daha doğru olduğunu söylemek imkansiz.

Az önce de Türk-iş’in Türkiye Kamu-sen ile birlikte İzmir’de kutlama yapacağını, muhteşem dörtlünün de herkesi –yine- Taksim’e çağırdığı, hak-iş ile memur-sen’in de ankara’da (AKP grubunda yaparlar herhalde) kutlama yapacaklarını öğrendim.

Türk-iş’in tavrı AKP’nin Kürt Sorunu’nda dayattığı çözümsüzlük, imha, inkar tavrından ayrı düşünülemez.

Bu dörtlüye sorun nereniz doğru diye, “onu bilmem ama Türk-iş yamuk” diyeceklerdir. Sınıfa sorun “neden Türk-iş yamuk?” diye, “neresi doğru ki?” diyecektir.

Ya ben var ya la… Neyse!

15 Mart 2012 Perşembe

Ekranda vicdan ne gezer?


Bir insanın vicdanı nerededir? Son yıllarda bu coğrafyada insanların vicdanlarının tersi dönmeye başladı. Bunun nedeni korku falan da değil bence ya da fukaralık da değil. Belki bir miktar zengin olmakla bağdaşabilir bu durum ki o zenginlik de evine anten alacak kadar "zengin" olmaktır. Tabii tek başına anten değil. Yoksa “ne yapacağnız la o anteni gotuguze mi sokacağınız?” Televizyon da alabiliyorsan tamamdır.
Şimdi antenler kuruldu, ayarlaması yapıldı, kablolar gerekli yerlere yetiştirildi. Kumanda? Hah! Tamam, kumandanın pili de yerinde. O vakit...

Hayır vakt-i zamanında böyle değildi, ben hatırlıyorum. Masal gibi ama şimdi. Bir varmış bir yokmuş, develer falan filan iken bizden önce bu topraklarda yaşayan insanlar arasında bugün anlam veremeyeceğimiz bağlar varmış. Komşularının acısı acıları, sevinci sevinçleri olurmuş. Hatta mahallede de öyle. Şimdi aranızdan birileri belki de sen mesela bunu okurken aman ne mükemmelmiş diyorsun değil mi? Geçeceğin dalgayı kendine sakla yavru.

Kimbilir belki memleketlerinden metropole taşıdıkları alışkanlıktı imece meselesi ama bu onların hem işleri hem de hayatlarını paylaşmalarını sağlıyordu. Tabii ki imece dedimse de okulda öğrendiğimiz kadar mükemmel değil. Bugünse hep yakınılır: “karşı komşuyu bile tanımamak”. Sadece bir yaşlının çığlığı değildir bu. Çocuklar hariç gencinden yaşlısına herkesin dile getirdiğidir. Neyse asıl mesele bu değil, meseleye dönelim.

Bak işte bunu diyorum, iki dakika boş bırakmaya gelmiyorsun. Tabii sistem kurulmuş nasılsa, elinde de kumanda gez gezebildiğin kadar. Dizi izle, yarışma izle, kavga-gürültü-siyaset izle, bulabilirsen belgesel izle. Hani bu BBG evi meselesi Türkiye’ye de sıçradığında, daha çömezken, deniliyordu ya “hayatlarımızın kameralarla gözetlenmesi normalleştiriliyor”, şimdi mobese olmayan sokak görünce şaşırıyoruz artık. İzlenmek bu kadar mı rutinleşir? Çizgifilmlerde ve filmlerde bile izleniyor olmak rahatsızlık verir. Bizde?

Ağlamaklı dizilerimiz var ya bizim şimdi, salya sümük ağlatan, ben de onlara suç atıyorum şimdi. Artık dizilerle yeniden mafyalar (çapı ne olursa olsun) normalleştirilirken “aslında onlar da iyi adamlar” imajı çiziliyor. Aile içi baskı, kadına şiddet, tecavüz, kumalık –ekran başında gösterilen tepkinin ardından- normalleştiriliyor. Meclis odalarında yaşayan yumruklar sık sık kameralara şov yaparken “siyasette şiddet” normalleştiriliyor. Yarışmalarda hala insanlar rekabet ederken öte yandan şans kavramı hayatlarımıza iyice sokuluyor. Hayatta kalmak için “kıçımızı yırtmamız” gerekmesi normalleştiriliyor. İş cinayetlerinde hayatlarını kaybeden işçilerin hayat öyküleri hüzünlü bir müzik ve ona uygun ses tonuyla trajikleştirilerek haber bültenlerinde yer buluyor kendilerine. Bizler de ekran başında öfkelenip, üzülüp, çıldırıp birkaç gün sonra normalleştiriyoruz. Pek çok örnek de aynı şekilde mümkün.

Kemal Sunal’ın bir filminde “Allah’ın verdiği nefesi boşa harcamayalım” diyordu ev sahibi. Ben de diyorum ki Allah’ın verdiği duygularımızı ve onların sonuçları olan tepkileri boşa harcamayalım. Gerçekliğin yanılsamalarına kanıp ekran başında harcanmaktansa gerçek olaylara gerçek tepkiler vererek hayatlarımızı kurtarmalıyız. Ekran başında vicdanlarımızı yormanın alemi yok değil mi?

27 Şubat 2012 Pazartesi

Acına Sahip Çık!


Dünya üzerinde büyük acılar yaşamayan, bu acıların yaşatılmadığı halklar yoktur sanırım. Afrika’dan Asya’ya, Amerika, Avrupa’ya...

Bugüne kadar ne zaman o lafı duysam bana çok arabesk, derbeder gelirdi. Ancak 26 Nisan’da Taksim’de gerçekleştirilen Hocalı Katliamı “Anması”nın ardından anladım ki çok anlamlı ve hayata geçirilmesi ülkemiz halklarının kardeşleşmesinde hayati öneme sahip.

Herşey Fransa’nın Ermeni Soykırımı’nı inkarı suç sayan yasayı onaylamasıyla başlamadı aslında. Herşey 1915’te başlamış, acıların konuşul(a)maz, anlatıl(a)maz ve en çok da anlaşıl(a)maz olması/oldurulması sorunu dipsiz kuyusuna sürüklemiş ve yüzleşme sağlanana kadar da oradan çıkamamakla cezalandırılmıştır.

Herşey 1992’de başlamış ve aynı akıbete uğrayarak karanlığa çözüm karanlığa gömülmüştü.

Diğer yaralarımızı belki birer kelime belki cümle ile geçeceğim ama bu onların önemsizliğinden ya da önemsemediğimden değildir kesinlikle. Belki ifade edecek cümleleri bulamamamdandır.

Sivas’ta, Maraş’ta, Çorum’da, Dersim’de Alevilere yapılan katliamlar... Halepçe’de, Uludere’de, Newala Qesaba’da, Amed Zindanları’nda Kürtler’e... Afrika’yı sömürmek için Cezayir’e, Kenya, Nijerya’ya... Ülkemiz dağlarında Türk ve Kürt gençlerine reva görülenler, gerçekleştirilen katliamlar halklar tarafından dile getirilmediğinden, kardeş halklar tarafından anlaşılamadığından “kardeş halklar” kardeşleşemiyor, kardeşlik lafta kalıyor ve birkaç kalleşlik kurulan bağları koparmaya yetiyor.

Bugün ise “ulus devlet”lerin o kirli ellerinde birer oyuncağa dönüştürülmüştür bu acılar, gözyaşları, katliamlar. Türkiye Filistin’in acısı ile oynayarak İsrail’e yüklenmeye çalışırken, İsrail (samimiyeti Türkiye’den fazla değil) Kürt Halkı’nın acısıyla Türkiye’ye karşılık veriyor.

Fransa Ermeni Soykırımı’nı suç saydığında Türkiye “biz de Cezayir’de yaptıklarınızı herkese anlatırız” dedi. Katledilen ve katillerinin büyük bölümü cezalandırılmayan Ermeni yazar Hrant Dink’in ailesine ve davasına, dava arkadaşlarına verilen desteğin büyümesinden rahatsız olan çevreler, bu sebebin üstüne Fransa’da geçen yasayı da ekleyerek Taksim’de Hocalı Katliamı “Anması” yaptılar.

Bu yazı Hocalı Katliamı “Anması” Mitingi üzerine yazıldı (fikir mitingden birkaç gün önce ortaya çıktı) ancak mitingin içeriğiyle çok ilgilenmeden, yukarıda bahsettiklerimin ışığında halkların acılarına sahip çıkarak yaralarına merhem sürebilmesi gereğine değinmek istiyorum.

Bahsedilenler yaşanılanların çok küçük bir bölümü ve acılarına sahip çıkamayan, onları anlatamayan ve karşıdakinin acısını anlamayan halklar bu tür oyunlara gebedir. Acımıza sahip çıkmalıyız ki devletler onları kendi politikalarının izinde sürecekleri oyuncaklara dönüştürmesin. Azeriler acılarını Türkiye’nin oyunlarına, Kürtler İsrail’in ABD’nin oyunlarına, Ermeniler ABD-Fransa’nın oyunlarına, Cezayirliler yine Türkiye’nin oyunlarına bırakmadan, onları ağızlarına alan ülkelerin samimiyetlerini irdeleyerek, onlara (acılarına) sahip çıkarak kardeşleşmenin önünü açmalıdırlar.

Yani “halkların acılarına sahip çıkması” arabesk bir söz değil, yaşamın gereksinimlerinden biri.

11 Ocak 2012 Çarşamba

Ey şemsiyeli!


Romantik misin sen şimdi? Sevgilini mi koruyorsun? Yağmurdan mı korunuyorsunuz? Arkadaşın değil mi o yanındaki? Niye inadına inadına üstüme geliyorsun şemsiyeli? Yanındaki de sana ayak uyduruyor arkadaş anlamıyorum ki. İkiniz birden geliyorsunuz üstüme. Senden daha beteri de var ne yazık ki dolayısıyla yancından da beter. Plaj şemsiyesi ebatındaki “insansız hava taşıtı” şaşırtıcılığında devasa şemsiyesi altında tek başına takılan amcalar. Nedir benim sizden çektiğim bilemedim ki. Küçücük de değilim ki görmeyip de ezesiniz, ayıdan halliceyim sonuçta.


Aklıma gelmişken önerim geldi. Şemsiyelerinize duşakabin ekletin de yandan da yağmur yemeyiverin. Bir de insanların gözüne sokmamak için şemsiyelerinizi dikkat edin.

Gelelim şemsiyeli genç arkadaşıma. Romantik misin sen gakkoş. Bak, eğer şemsiye ile romantizm olaydı “göte giren şemsiye açılmaz” gibi bir lafımız olmazdı. O şemsiyeyi ona göre taşı.

Bir önerim daha gelmişken. Şemsiyeler hususi otolar gibi değil mi yahu? Yağmurda herkes şemsiyesini açıp da gezdiği zaman kaldırımlarda trafik yoğunlaşıyor. Önerim şu ki her şemsiye taşıyıcısı yanına bir kişiyi daha alsın ve bu trafiğe çözüm olsun. “İnsansız hava taşıtı” şaşırtıcılığındaki şemsiyeli amca da gayet toplu taşıt işlevi görerek dört kişiyi bünyesinde bulunduran toplu şemsiye olabilir. Çözülür gibi sanki değil mi trafik.