12 Aralık 2011 Pazartesi

Doktor...

Biliyorum ki burayı oldukça ihmal ettim ama biraz daha edeyim ben ihmal. Başım ağrıyor, gözüm yanıyor, boğazımda ağrı benzeri birşey, üstümde de bir halsizlik. Bunu da belki bir doktor okur diye yazıyorum.

27 Ekim 2011 Perşembe

Bir göt oluşun hikayesi ya da neler oluyor hayatta :)))


    Bilmem ki bir alışkanlığım mıdır liseden beri uğraşageldiğim. Sanki hayatımdan çıkarırsam kafayı yerim diye düşünürdüm. Hayatımın büyük çoğunluğu bana kalacak, yapacak birşeyler bulmam gerekecek. Ders çalışmayı unutmuşum, otobüs-tren dışında kitap okuyamıyorum... ne yapabilirdim ki?

13 Ekim 2011 Perşembe

Bizim de kriterlerimiz var


İstanbul Üniversitesi dünyanın ilk 400 üniversitesi arasına girmiş. Tabii üstünden uzunca bir süre geçti lakin durum hala sıcaktır. Aksi bile olsa değil mi ki memlekette en gereksiz konular gündem olabiliyor, gündem olabilmesinin yanında kurufasulye muamelesi görüyor. Üniversitenin mücadelesi de bugün ihtiyaç duyduğu tartışmaları “gündemden düştü-düşmedi”, “başka gündem var” demeden gerçekleştirmelidir. Velhasılıkelam geç kaldıysak da yazamaz değiliz.

3 Eylül 2011 Cumartesi

Tarihte 1 Eylül


Tarihte o gün;
1 Eylül 1939’da Almanya Polonya’ya savaş ilan ederek II. Paylaşım Savaşı’nı başlattı.
1 Eylül 2011’de Türkiye’de dönemin hükümeti polis ile barış isteyenlere saldırarak çözümsüzlükte ne kadar ısrarcı olduğunu gösterdi.
Evet, aynen öyle olmuştu o gün. Barış isteyen binlerce insan Kadıköy İskele Meydanı’na doğru yürüyüşe geçtikten bir süre sonra polis yürüyüş kolunu durdurup pankartları indirmesini istedi ve dakika bir gol bir çatışma çıktı.

24 Haziran 2011 Cuma

teyzeler, teyzeler teyzeler


ya işte korkuyorum ben de teyzelerden.
tehlikeliler, yalnızlarken de öyleler ekip halinde ekip içindeki eleman sayısının karesi çarpı iki üzeri eleman sayısı ile doğru orantılı olarak tehlikeliler. bak yukarıdaki matematiksel ifade de benim korkmama yetecek derecede çünkü zerrece hazetmiyorum matematikten. teyzeler kadar olmasa da ondan da korkarım. sonuç itibari ile teyzeler korkusuz ve korkunçturlar. ha sonuç demişken, bu daha başlangıç.

Yalancı Kaşar


Kaşar peyniri yağı alınmamış sütten ilginç olmayan ama benim bilmediğim yöntemlerle üretiliyor. Piyasada ticari olarak en çok bulunan kaşarlar ise yağlı sütten değil, yağsız sütten yapılmış, içine de patates veya benzeri birşey katılmış, tostun içinde çok sevilen ama çift kaşarlı da olsa beş kaşarlı da olsa aslında tadı olmayan bir peynirimsi varlık. Son anlattığıma “hileli kaşar” falan deniliyor.

göt cebi, teyze, enişte!


aman ya… yetmez mi ki?

bir teyze -ki teyzeliği hakediyordu- eniştenin göt cebine işaret ve orta parmağını sokmak suretiyle enişteyi götünden yakalamıştı.

şimdi pek tabii ki sevgililerin birbirleri ile temas halinde olmaları, bunu istemeleri doğaldır. yalnız bu temasın doğal olanı ten temasıdır. yani el ele tutuşma, yanak yanağa yürüme, dudak dudağa duduşma gibi.

13 Haziran 2011 Pazartesi

Acemice bir seçim değerlendirmesi


Herkes söylüyor, Türkiye kritik bir dönemde kritik bir seçim geçirdi. Egemenler seçimlerin galibini ya “oy oranını arttıran AKP” ya da “milletvekili sayısını arttıran CHP” olarak görüyor ve göstermeye çalışıyorlar. Emek demokrasi ve özgürlük bloğuna uygulanan görmeme kampanyası istisnalar dışında hala devam ediyor. Ezilen halkların (yani bizim) gözünde ise asıl kazanan Blok’tur. Oy oranını da milletvekili sayısını da geçen seçimlere göre katlamıştır. Bunun yanında meşruluğu da katlanmıştır.
Ancak sandıktaki görevimiz son bulduktan sonra Tuzla’da arkadaşlarla eve geçip bilgisayarlardan seçim sonuçlarını takip ettik. Kadıköy’de de kutlamalar olduğu için evde

8 Haziran 2011 Çarşamba

Kaldırım


Üstüme üstüme

Geliyorlar

Acımadan sanki hepsi

Pusuya yatmış da

Bu anı bekler gibi

Geliyorlar üstüme

Ulan nerden çıktım

Şu kaldırıma…

2007Temmuz'unda yazmışım

öylesine

Karamsarlık… Ne zamandır zihnimin ırzına geçiyor, arsızca… Atamıyorum ki kendimi kucağına… Al, seninim işte, ne duruyorsun vur beni demek neden bu kadar zor?.. Sarsa bedenimi karamsarlığın ataleti ya da kimsenin işine yaramayacak hareketler yapsa bedenim… Ne bileyim yanağımda bir ıslaklık hissetsem birden bire senden gelmemiş olan… Bana ait olan… ya da… ya da daha aktif hareketlerim olsa… Yürüsem mesela durmadan, ayaklarımın isyanına aldırmasam… Koşsam ya da… Sonuç aynı ayaklarım beni bırakmalı…
Beğenmedin mi bunları… O zaman sana bir seçenek daha sunayım; Biraz daha pasif olsun… Ne olsun mesela… Zihnim devredışı kalsın, olur mu?.. Korkma! Zarar verecek değilim kendime, ona ya da en önemlisi :sana… Yaşayacağız hepimiz. İçeyim o zaman diyecektim ben… Niye bu kadar şaşırdın ki? Şarap içeyim… Şarap…Ya zihnim devre dışı kalır ya da ben kalırım zihnimin devreleri dışında…
Yok ama, yok işte… Onların işine yaramayan tüm hareketler lüks bana… Ama onlar değil mi sürükleyenler beni buralara…
Okumasaydın keşke bu yazıyı… Duyuyorum… Madem öyle, yazmayaydın diyorsun. Ama yazmalıydım işte… Son yöntemden biraz daha pasif bir yöntemmiş bu… ilkindense daha aktif… Yeni anladım.
Özür dilerim… Özür dilerim hayat.

15Haziran2005'te yazmışım.

Tonto Apache’lerinden Delshay

Artık dağdan dağa kaçmak istemiyorum; büyük bir antlaşma yapmak istiyorum… Taşlar erinceye dek tutacağım sözümü… Beyazları da Tanrı yarattı; Apache’leri de; Bu ülke üzerinde beyazlar kadar Apache’lerin de hakkı var dolayısıyla. Kalıcı, uzun süreli bir antlaşma yapmak istiyorum, öyle ki beyazlar da Apacheler de bu ülkede yolculuk yapabilsinler ve aralarında hiç çatışma çıkmasın.

22Haziran2007'de Kalbimi Vatanıma Gömün'den alıntı

Brulé Sioux’larından(Sinte-Galeshka)Benekli Kuyruk’un sözlerine bi bakalım


Bu savaş durup dururken fışkırmadı bizim topraklarımızdan; bu savaş Büyük Baba’nın (ABD) topraklarımızı karşılığında hiçbir şey ödemeden almaya gelen ve topraklarımızda birçok kötü işler yapan çocukları tarafından getirildi. Bu belanın sorumlusu Büyük Baba ve onun çocuklarıdır… Biz yalnızca ülkemizde barış içinde yaşamak ve halkımızın gönencini ve iyiliğini sağlamak için elimizden geleni yapmak istedik; ne var ki, Büyük Baba topraklarımızı yalnızca bizi öldürmeyi düşünen askerleriyle doldurdu. Buradan hava değişikliği için ayrılan birtakım halkımız ve kuzeye avlanmaya gidenlerimiz askerlerin saldırısına uğradı, kuzeye vardıktan sonra da başka yönden gelen birtakım askerlerin saldırısıyla karşılaştılar. Şimdi geri dönmek istiyorlar, ama askerler arada durarak yurtlarına dönmelerini engelliyorlar. Bence bunun daha iyi bir yolu var. İki halk bozuştu mu, iki tarafın silahları bırakarak biraraya gelmeleri, sorunu birlikte gözden geçirmeleri ve barışçı bir çözüm yolu bulmaları en iyisidir.
(bu sözler size bi sorunumuzu hatırlattı mı???)

21Haziran2007'de Kalbimi vatanıma gömün'den bir alıntı

7 Haziran 2011 Salı

İfadelerini alalım!

12 eylül ile hesaplaşan(!) modern 12 Eylül referandumunun “evet” dedirtme araçlarının en güçlü-kuvvetlisi 12 Eylül darbesi ile hesaplaşma ve askeri vesayetten kurtulma söylemi seçimlere çok az bir zaman kala uygulanmaya başlıyor.

12 Eylül biz öğrencilere kallavi bir miras bıraktı ki üniversitelerimizi altında inim inim inletiyor, bizleri de okutmamak için uğraşıyor. Tabii ki YÖK’ten bahsediyorum. Darbenin tüm topluma mirası anayasadan çıkarılmadan önce YÖK kurularak üniversiteler öğretim üyeleri ve öğrencileri ile ezilmeye başlamışlardır. Onlarca-yüzlerce öğretim üyesi ve öğrenci okullardan uzaklaştırılmıştır.

YÖK, darbe öncesi toplumsal hareketin başını çekenlerden üniversitelerin susturulması için kurulmuştu. Peki dönemin toplumsal mücadelesi genel olarak ne üzerinden şekilleniyordu? Neoliberal 24 Ocak kararlarına karşıtlık üzerinden şekillenmişti eylemler ve ileride siyasi taleplere de kavuştu. Üniversitelerde bu gelişmeleri engellemek için ise yapılması gereken bellidir. Bugün de olduğu gibi üniversitelilerin demokratik haklarını ellerinden alarak örgütlenmelerini engellemek.

YÖK ilk olarak bu temellere oturtulmuş ve üniversiteler antidemokratik postallar altında ezilmiş daha sonra da devlet destekli sivil faşistlerin güvenli ellerine teslim edilmiştir. Bu sayede üniversiteler yavaş yavaş susturulmuştur. Bugün yapılan öğrenci eylemleri ise gerek bu susturulma gerekse örgütleyen örgütlerin yetersizliği-kısırlığı eylemliklerin geniş öğrenci kitleleri ile buluşamamıştır.

Üniversiteler susturulduktan sonra da sıra asıl meseleye, üniversitelerin neoliberal politikalara göre hızla yeniden şekillendirilmesine geldi. Mühendislik öğrencileri arasında tartışılmaya devam eden “yetkin mühendislik”, ÖGB’ler, üniversite-sanayi (ki aslı sermayedir bize sanayi diye yutturulmaya çalışılır) işbirliği, teknokentler… ve son dönemde meşhur Bologna Süreci. Tüm bunlar üniversiteleri kapitalizmin ihtiyaçlarına göre şekillendirip, piyasaya nitelikli ve örgütsüz işgücü sağlamaya ve bilim ışığında toplumun önünün açılmasını önlemeye yönelik çabalardır.

Bugün sermayenin ihtiyaç duymadığı bölümler çeşitli bahanelerle kapatılmakta, onların ihtiyaçlarına uygun bölümler açılmakta. Öte yandan dersler bilimsellikten oldukça uzak ve hurafeci bir şekilde işleniyor ve bir gerçek olan evrim çoğu okulda görülmüyor bile. İnsan temelli derslerin hepsi kar odaklı olarak işlenir hale gelmiştir (işçi sağlığı ve iş güvenliği bunlardan biri ya da madencilik bölümleri). Son dönemde her ile açılan okullar ise nitelikli-örgütsüz işgücüne yeni güçleri de ekleyerek nitelikli işsiz ordusunu genişletiyor.

12 Eylül darbesinin gerçekleştirilme amacıyla üniversitelerin bugün evriltildikleri yer, noktasına virgülüne aynıdır. Seçimlere günler kalan şu dönemde darbecilerin 12 soru ile ifadesinin alınması tamamen göstermelik bir durumdur. Biz üniversiteliler ise seçimlerde oy toplamak için ortaya atılan yeni anayasa söylemini gerçeğe çevirmek için ve üniversiteleri kendi bileşenleri ile kendini yöneten bir yapıya kavuşrumak için mücadele etmeli ve 12 Eylül’ün hesabını biz sormalıyız. Mücadele edelim ifadelerini biz alalım!

6 Haziran 2011 Pazartesi

Erik Ağacı Demiştim

Varoşlar güzeldir aslında. Şimdi değil belki ama vakt-i evvelinde varoşlar neredeyse en sosyal konutlardır. Bugünün sosyal konutlarının yanında insanların kültür-sanatla buluştuğu ve insani ilişkiler içinde oldukları yerlerdir.

Neyse mesele varoşlar değil aslolarak. Buralarda (bizim burada da) evlerin genelinin bahçeleri vardır. Hatta ekilmese de bir bahçe olur genelde. Bizimki ekili tabii ki. Her sene de farklı fanteziler. Bu bahçelerin bazı vazgeçilmez ağaçları vardır. Herkes onların olmasını ister mesela. Şeftali, vişne, ayva… hatta bunlar bir de birbirine aşılanır da daha iyi meyve vermesi için. Bir de kirazdır ya, herkes ister mi bilmem ama bizim bahçede bir kiraz olaydı fena olmazdı.

Bir de erik yenen evler vardır ki bunların bahçelerinde ister istemez erik ağaçları çıkar. Eğer özenle uğraşılmıyorsa tabii eriğe karşı. Çekirdeğin toprakla buluşması yeter. Kirazda yeterli değil mesela bu. Bildiğim kadarıyla bir süre sirkede bekletilmesi ve çekirdeğin dışının zayıflatılması gerekmektedir. Kabuğuna göre oldukça zayıf bir tohumu var. Mesele erik aslında.

Bahçelerin kenarlarına mı denk gelirler hep, ben mi öyle görürüm yoksa? Bir de şöyle deneyelim mesela: kimbilir belki çocukluğumuzda onlara tırmanırken biraz çocukluk bulaştırmışızdır ve onlar da bahçelerden kaçmak istiyorlardır. Bir ihtimal de yine aynı bulaşma ile çocukluğumuzun o paylaşımcı hali bulaşmıştır onlara da onlar da yoldan geçenlere meyvelerini sunarlar. Karşılık beklemeden. Değil tabii ki, birşeyler yazacağım deyu saçmalamanın gereği yok. Bana denk geliyor ya da onlar kenarlara denk geliyor. Biz de afiyetle yiyoruz.

Geçenlerde de sevgili sevgili ile Feneryolu’ndan Kadıköy’e doğru sahilden kaybolurken, kayboluşun bir yerinde bir adet erik ağacı yakalayıp, küçük bir uğraşın ardından birer adet erik düşürdük. Düşürmez olaydık erik de aklıma birayı düşürdü. Onun yanına çok da güzel giderdi o an için. Umarım aranızda Moda Sahili’nde bira ve erik ısmarlayacak olan vardır.

Yazıyı da bir şey ısmarlayın diye yazmadım ama oldu bir kere.

24 Mayıs 2011 Salı

Saat Otu, Eski (D)o(s)t!

Bir tane ot vardı vakt-i zamanında. Gerçi hala var o ot, soyunu kurutamadık henüz. Her yerde biter, su istese de senden benden istemez, güneşimden kaç demez, kendiliğinden biter bir ot işte. Nasıl bir biçimi mi var? Anlatmaya çalışayım, bildiğim kelimeler kadar. Genel olarak yerden 1-1.5 karış yükseklikte olan (belki de insanlar çok rahatsız ettiği için görünmemeye çalışıyordur), çok dallı ve her dalında 5-6 tane “oyuncak”ı olan, garip bir ot.
Bizim bu otlarla hikayemize gelince de çocukluk işte, ne yaparsın, eğlenmek için türlü türlü numaralar ve yaratıcılıklar yaparken, ona da bulaşmış, rahatsız etmişizdir. Bir ot düşün ki üstünde senin için oyuncaklar taşıyan. Ne yapardın?
Biz senin yapacak olduğunu yaptık bilmiyorum ama biz onunla bir güzel oynadık. Oyuncakların çanak bölümünden tohum başlarını tutup da çekince tohumun devamında bir de kamçı gelirdi. Kamçı ki canlı, kamçı ki kıvır kıvır… Tohum bölümünü de sapladın mıydı kazağa, penyeye başlardı cümbüş. Cümbüş dedimse de çocuk cümbüşü canım. Sapladıktan sonra yelkovan, saniye, akrep ne dersen de dönmeye başlardı. Ondan sonra da al sana saat işte.
Diyeceksin ki “nereden çıktı şimdi bu”, ben de demek isterim ki “işte eyle”. Bugün otobüs beklerken durağın arkasında o eski (d)o(s)tu gördüm ve aklıma bunlar geldi işte.
Hatırladın mı?
Bu arada çok romantiğim değil mi?

20 Mayıs 2011 Cuma

ve mal ben

ve mal ben: annem düdüklüye nohut koymuş. Lakin kapağı tam oturmamış ve iğrenç bir sesle birlikte hava kaçırıyor. Ben de gideyim kapağı düzelteyim dedim. Önce söndürdüm ateşi sonra düdüğü açtım ve buharın boşalmasını bekledim ama boşalmadı. Sonracığıma sabırsızlık dizboyu zaten, kapağı direk açtım. Bil bakalım ne oldu?

Tencere üstüme patladı. Mutfak nohut suyu doldu. Mutfak üstü nohut :) ve göbeğimi de yaktım hohahoha...

Ve hala da malım sevgilimle muhabbet yerine sizle muhammet yapıyorum :D

19 Mayıs 2011 Perşembe

TMMOB Mitingi!

Bir mitingi daha geride bıraktık, ne ara nereden çıktığı, kimlerin istediği, ne için iistediği belli olmayan. İş sokak işi olunca mutlu olmamak elde değil ama TMMOB için sokak, miting ve basın açıklamasından ibaret olmamalı. Bu toplumun en çok güvenilen kesimlerindendir mimarlar, mühendisler. Birşeyler söylediklerinde sözleri dinlenir, dikkate alınır. Kimi kadınları ne çok mühendisler, doktorlar istemiştir. Hal böyle olunca mühendis-mimar-şehir plancılarının muhalif emek örgütü olan TMMOB'nin de toplumun ezilen kesimleri ile tabandan buluşması gerekmektedir. Gerek bir kentsel dönüşüm mücadelesi, gerek doğa düşmanı santrallere karşı, gerek sendikalaşan işçilerin yanında.

Genel olarak mühendislerin bir diğer özelliği ise çözüm üretmek yönündeki kabiliyetleridir. Çözüm üretebilmek için tabii ki kısıtlanmayan, hür beyinler gereklidir. Ancak son TMMOB Mitingi gösterdi ki TMMOB Yönetimleri öğrencileri boğuyorlar. Birlikte mücadele etmekten yana olan pek çok öğrenci mitingte mücadele arkadaşları olan öğrencilerle yürümek yerine, mühendislerle yürümeyi ve öğrencilerin de TMMOB'nin yanında olduğunun görülmemesini tercih ettiler. Mitingte öğrenci katılımı mühendis katılımının oldukça üzerinde idi. Şubelerin büyük bölümü alana taşıyamadıkları mühendis açıklarını öğrenciler ile kapatmayı hedeflemişlerdi belli ki. Bu sebeple de öğrencilerin, diğer odaların komisyonları ile ortak pankart arkasında yürümesine izin vermediler. Lakin ortak mücadele kazandırır diyenler, yanyana idiler, daha da genişlemek derdindeler. TMMOB'li Öğrenciler pankartında atılan slogan gibi:

ÖĞRENCİLER YÜRÜYOR, TMMOB BÜYÜYOR...

Daha Güçlü Bir TMMOB!

TMMOB yarım yüzyılı aşkın yaşı olan bir demokratik-mesleki mücadele aracı. Eleştirilen, yüceltilen, sahip olmadığı özellikler atfedilen bir araç. İçinde siyasi örgütlerin cirit atmaya çabaladığı ama aynı zamanda samimi mimar-mühendis-şehir planlamacılarını da barındıran bir araç.

Eğer Türkiye'de devrimci, demokrat, yurtsever, sol, sosyal demokrat, sosyalist, komünist, anti-faşist, anti-kapitalist... olma iddiasındaki örgütlerin ne kadar yetenekli, ne kadar ortak mücadele eğilimli olduklarını görmek isterseniz TMMOB'ye ve diğer pek çok meslek örgütüne bakmayın. Çünkü -konu TMMOB onun öznelinden bahsedelim- TMMOB'ye baktığınızda bileşenlerin yeteneksizliğini, tek başına mücadele hevesini görürsünüz (böyle olmayan bir kaç grup vardır belki). Neden mi?

Bugün ülke ve dünya gündeminde onlarca sorunla karşı karşıya kalınırken TMMOB sadece iş kazalarına, iktidara laf söylemek ve tepeden inme eylemler örgütlmek dışında birşey yapamaz hale gelmiştir. Belki de kendi alanında dünya üzerindeki tek örnek olan, -sistemle sorunu olan- TMMOB çok daha farklı ve dinamik bir tabana sahiptir. Buna rağmen ne bir grev ne iç işleyişinde demokrasi ne de üyelerinin ekonomik-siyasi taleplerine kulak verme ya da bu noktada birşeyler yapma eğiliminde değildir. Zaten tabanının dinamizminin örgüte yansımaması için bir takım önlemleri bulunmaktadır. Genel kurullarda delege olabilmek için 10 yıllık bir meslek geçmişi isteyen, öğrencilerine söz hakkı tanımayan, karar alma mekanizması "bunu kabul etmiyoruz arkadaşlar, bunu ediyoruz, tamamdır" tavrıyla işleyen bir örgüt.

Bu haldeki bir örgütün içinde yeni örgütçükler kurmak da bizim siyasetimize ait bir fantezi olsa gerek. Sermayenin, devletin ve iktidarın türlü baskıları ile karşı karşıya kalan TMMOB'yi sermayenin emekçilere yönelttiği saldırılara dimdik karşı koyması için daha da güçlendirmek yerine dar grup çıkarcılığı peşinde koşmak. Bu tavırla ve bu mücadele(!) anlayışıyla nereye varırız bilemiyorum ama sonumuz iyi görünmüyor.Toplumsal muhalefet, demokrasi, devrim mücadelesinde yanyana durması gereken güçler TMMOB içinde de yanyana durarak sermayenin saldırılarını püskürtmeliyiz. Umarım 15 Mayıs'a alınan eylem kararı bunun bir vesilesi olur.

"Bayan Yanı" mı Erkek Yancısı mı?


Leman "Bayan Yanı" diye özel bir sayı çıkardı, bilmem okudunuz mu. Dergidekiler kimi yönleriyle doğru birkaç şey söylemiş olsalar da dergiye farklı görünmeye çalışan entel erkek kafalı kadın kalemi egemen. Demek ki neymiş kadınlara dergi çıkarmak sadece kadınlara yazdırmakla olmuyormuş. Yazanın kafasının erkek egemen olmaması ve mülkiyet ilişkilerini aşmış olması gerekir. Ha yapamıyorsanız mizah dergisi olarak devam edin. Beğenen okusun.

İndirgeme, Yükseltgeme!




Yönetim erki birkaç yıl önce fay hattının İstanbul'un biraz daha uzağından geçmesini istedi ve oraya tayini çıktı fay hattının. Arada bir sürü tayin, indirgeme, yükseltgenme oldu. Misal eylem yapan öğrenciler teröriste, yalaka gazeteciler insana yükseltgenmiş. En son da nükleer santral tüpe ve bilgisayara indirgendi. Umarım indirgenmiştir, ya bilgisayar ve tüpgaz nükleer santrale yükseltgenirse. Ayvayı yediğimiz gündür işte. Dedim ya yönetim erki bu, herşey beklenir...

Metalci Değil, Derici!


Şey var ya hani, gitarın üzerinde biraz oynayıp elektro gitar yapıyorlar, sonra da onun üzerinde oynayıp acaip sesler çıkarmasını sağlıyorlar. Bu sesle de müzik yapıp sözleri de kah böğürerek kah fısıldayarak, kah geğirerek kah -neredeyse- osurarak okuyorlar ya. Hah işte ondan bahsediyorum. Bu müziğe metal müzik, dinleyenlere de metalci diyorlar hani.

Şimdi bu metalcilerin tipleri nasıl hacı? Saçlar uzun, sakallar uzun... Kadınlar ise onların da saçı uzun, ne tesadüf.

İddia şudur ki metalciler aslında metalci falan değildirler. Vücutlarına metal deysin istemezler. Küpeyi falan da değmekten sayma çünkü onlar noktasal. Yüzük meselesi ayrı bir psikopatlık zaten. Uzatmadan, bu kişiler eğer metalci olsalardı vücutlarına uzunlamasına metal değmesine izin verir gider bir saç-sakal traşı olurlardı. Ama oluyorlar mı? Hayır. Olanlar da eminim metalle değil de kremle döküyorlardır ya da yakıyorlardır (ısıtır da hem o iş).

Peki bu adamlar metalci değilse ne'ci? Ulan illa ki birşey mi olması gerekiyor? Evet. Bir iddia daha: Bu adamlar metalci değil, dericidir. Evet, dericidirler çünkü bileklik takarlar deri, mont giyerler deri, ceket o da deri... Bir de bunların babarotti "derici"leri vardır, onların pantalonları bile deridir.

Bu sebeplerden mütevellit diyorum ki metalci yoktur, derici vardır. Eğer metalci varsa onlar da arabeskçilerdir. Adamlar kendilerini metalliyorlar be. Deriden metal takviyesi alıyorlar.

Saygılar.

Paskalya Yumurtası daha Şık Olur!


Bürokratları yakaladıkları yerde yanlarında taşıdıkları yumurtaları onlara fırlatan öğrencilere başbakandan paraları var ki yumurta atabiliyorlar, kuzucuktan o yumurtaları atacaklarına yeseler beyinleri gelişir, kılıçkalkanoğlundan da yumurta şık olmadı tepkisi geldi.

Öğrenciler tepkilere teker teker yanıt verdi ve ortaya garip bir türkçe kompozisyonu çıkardılar. Başbakana "sayenizde elimize az biraz para geçiyor, önceden neydi kaldırım taşlarını sökeceksin de atacaksın da... Uğraş babam uğraş. Şimdi gözümüz biraz para gördü onu da yumurtaya yatırdık sizin yüzünüzden yine parasızız" diye

seslenen öğrenciler kuzucuk içinse "nasıl olsa yumurtaları almıştık. Bazı arkadaşlarımız uzun zamandır et yüzü de göremiyordu. Hazır bir kuzu gelmişken kuzu kıymalı bir omlet fena gitmez dedik ama ona da izin vermediler" dediler.

Kılıçkalkanoğlu'na ise "önceden durumumuz biraz daha şıktı, kaldırım taşları kafaya inince pekmez akar, şık bir görüntü oluşurdu. Ancak parayı bulunca konformizm sardı bizi de yumurtaya sardırdık. Bundan sonra eylemlerimizin daha şık olması için pasklaya yumurtası atmaya karar verdik zaten arkadaşlarla" şeklinde konuştu. Şimdi gözler başbakanın Dolmabahçe'de üniversite öğrenci temsilcileriyle yapmayı planladığı toplantıda. Yumurtalar boyanmaya başladı bile...


Hadi lan! Demek İsterdim...


Hani sana hep derdim ya; kendimi tanımlayamıyorum, senin de beni tam olarak tanıman çok zor (tabii bu seni kırmamak içindi çünkü beni tanıman imkansızdı), artık öyle demiyorum, kendime en azından. Hayatım ellerimden süzüldükçe yere, kendimi tanımaya, anlamaya başlıyorum. Bundan da korkmuyor muydum zaten? Kendimi tanımladığımda hayatımda çok bir şey kalmayacak aslında. Tanımlayamadıkça yaşanır oluyordu hayat ya da yaşadıkça, sevdikçe, coştukça, koştukça, yoruldukça… tanıyamıyordum kendimi. Lanet bir dinlenme evresi şimdi içinde olduğum. Yavaş yavaş tanıyorum kendimi. Korkuyorum, evet korkuyorum. Diyorum ya hayatım süzülüyor yere ellerimden. Düşünsene işlerin var, koşturuyorsun, kendini de tanımak istemiyorsun hani, dolayısıyla da düşünmüyorsun kendini (sana diyorum yazıyı yazan). Şimdi bir boşlukta, iş yok güç yok, aylaklık had safhada, düşün babam düşün. Sonra kendini tanımaya başla. Daha işin başındayım sanırım, sonunu da görmek istemiyorum.

Aslında eğlenceli biriydim ya son dönemlerde de değişmedi aslında hep aynıyım ama sanki yalnız kalmam lazımmış gibi biraz. Çabuk sıkılır, çabuk susar oldum. Müzik dinleyip kendimi tamamen müziğe veresim var. Herşeyi derinlemesine düşünmem, tavırlarımı, karşımdakini, hayatımı… şimdi durum değişmeye de başlamış, onu fark ediyorum. Karşımdakini, tavırlarımı, tavırlarını, yüzünü… en azından düşünüyorum artık.

Şimdilik bu kadar, bakalım daha fazla tanıyabilecek miyim kendimi. Umarım buralarda kesilir…

Ölü Seviciler Sizi... Haydarpaşa'yı Sevdirtmem Size!


Haydarpaşa yandı ve söndü... Herkeste bir Haydarpaşa öldü havası hakim. Evet Paşa olan Haydar ölmüş ama o da çok önce. Haydarpaşa hala dimdik ayakta. Ne de meraklıymışsınız arkadaş Haydarpaşa'yı öldürmeye. Kentsel dönüşümden önce siz üşüştünüz başına. Rahat bırakın Haydarpaşa'yı sadece onun için mücadele edin ama kılınızı kıpırdatmadan öldürmeyin. İzin vermem. Benim en güzel anılarım orada, orası bana hiç kötülük yapmadı. Öldürtmem orayı size anlıyor musunuz ölü seviciler...

Hala dikbaşlı, hala mağrur...

Ey İstanbul'a edilen küfürlerin giriş kapısı, benim küfrüm dışarıdan girmedi hep içerideydi ama yine de seviyorum seni, seni de...

Bayram Tarifesi!


Bayramlarda indirime giren otobüsler aslında ulaşım hakkımızın elimizden nasıl da çalındığının işareti. Bayram boyunca neredeyse tüm hatlar her saat tıklım tıklım dolu. İşine gitmek isteyenler bile otobüslere binemiyor. Gezmek isteyenler ulaşım ücretleri nispeten makul bir seviyeye inince hemen gezmeye başlıyorlar. İşte bu şekilde bir ilçeye, bir mahalleye, giderek de bir eve mahkum edilerek yalnızlaşıyoruz.

Diğer yandan bu bayram indirimi birşeyi daha gösterdi: o kadar "ücretsiz" ve o kadar uzun süre, o kadar köle gibi çalışıyoruz ki, birkaç gün boşluk ve bununla birlikte de ulaşımda bir miktar ucuzlama yakalayınca yerimizde duramıyoruz, tanıdıklarımızı-arkadaşlarımızı-akrabalarımızı görmeye gidiyoruz. Alabildiğine yalnızlaştırılmışız. Buradan hareketle söyleyeçeğim şey tabii ki -İnsanca çalışma koşulları, insanca yaşamaya yetecek ücret, 8 saat iş günü ve ücretsiz ulaşım talebini dile getirmemiz gerektiğidir. Elbette "devletin işi gücü yok sana ücretsiz ulaşım sağlayacak" diyen kraldan çok kral g*tü yalayıcıları çıkabilir. Ama devletin görevi budur...

Dişi İnsanlar!


Mülkiyet yokken 1000lerce ya da on bin yıl önce, şerefsiz atalarım tutup kadınların toplumdaki yerini sarsmaya başlamışlar. (onlardan bana da bulaşmış sanırım :)) O gün bugündür aslında kadınların biz erkeklerden alacağı büyük bir intikam var. Ama kadınlar bağışlayıcı olacaklar gibi "sevgili"lerine karşı, o güzel günlerin arefesinde. Tıpkı işçi sınıfı gibi. İşçiler nasıl patronlara yıllarca bizi sömürdünüz şimdi de biz sizi sömüreceğiz demediyse, kadınlar da erkeklere "kölelik sırası sizde" demeyecek, haydi eşit yaşayalım diyecekler gibidir.

Lakin bugün bu affedici kadınlardan bulunur mu bilinmez. Pek çoğu sevgililiklerde intikam almaya çalışıyor gerçekten. Erkekler ise hala şerefsiz. Anlaşılan o ki, bir insana başka bir insandan sevgili olmaz. Ya kitaplardan, ya değersiz nesnelerden, ya da bir hayvan, bir bitkiden... Hayvan pornosu mu? Siktir lan! Götünle dalga geç...

Kaba Sakalım :)


Sakal seni cımbız ile yolmayım

Bir bebe bana DEDE dedi

Ben n'eyleyim...

Amcası da sakallıymış ama ona AMCA diyormuş, sakallı bana hem de top sakallı bana DEDE dedi... Eşşoğlusu...

Gitme Lan!

Gider mi dersin ki? Derdimi senle paylaşmam ne kadar salakça değil mi? Ama senle paylaşmıyorum okuyacak olan da olanlar da var. Sevinme boşa. Daha geçen hafta tanıştık onunla. Bu kadar da erken olmamalı değil mi? Gerçi bilmiyorum o benim farkımda mı ya da farketmiştir beni o kadar şebeklikten sonra ama bir şey ifade ediyor muyumdur dersin onun için? Bilinmez ki. Anlatamaz da o. Boynunun o sarkmış, kıvrılmış, bükülmüş, kim bilir belki de kırılmış halini görünce dayanamadım aslında. Babama seslenebildim sadece. sonra alıp onu dışarı çıktım. Tekrar içeri girdim yine alıp onu tabii. Su içmesine yardımcı olmaya çalıştım. Kustu. Ağzı köpürdü. Masaj yapmaya çalıştım ve ben uğraştıkça o da çırpındı. Sonradan beni gördüğünde çırpınmaya başlaması çok ağır geldi. Ağzındaki köpükleri sildim, kürdanla ağzını açmaya çalıştım ki nefes alabilsin. Az önce yanında idim ve yine gideceğim. Gözlerini açmayı başarıp da beni görebildiğinde... Yine aynı şey yine çırpınıyor ama ayağa kalkamıyor. Belki de gitmez kalır. Kim bilir?
Tasalanmaya da gerek yok bu arada kuşun durumu kötü. Kim bilir işte belki iyileşir. O zamana sözüm var işte...

Slikozis + Deri Kanseri


MIT'den prof. dr. Paula Marquez ilginç bir çalışmaya imza atmış. Keşke bunu Türkiye'de yapsalardı ancak sonuç önemli olduğu için yazıyorum burada da;
Beyazlatılması için silis tozu yani kum kullanılan taşlanmış pantolonlar sağlığımız için zararlı. Bunun sebebi ise mikrotanecik boyutlarındaki bu tozların pantolonlardan deri gözeneklerine geçerek onları tıkayıp, derinin nefes almasını, terlemesini, kıl köklerinin hava almasını engelleyerek, derimize zarar vermekte ve bu hasar deri kanserine kadar varabilmekteymiş. Aynı zamanda bu durum kot kumlama atölyesinde çalışan işçiler için daha da ölümcül olabiliyor. Deri Kanserine ve Silikozis'e karşı taşlanmamış kot giyin. Sizi seviyorum çünkü.

Duvara piç, piçe yazı, piç yazı, duvara yazılmış piç yazı


Senin gittiğin gün yani 6 sene öncesiydi sanırım... Ömrümün en garip günlerindendi. Bir pikniğe giderken sabah sabah gazete okuduğuna insan bu kadar mı pişman olur. Bundan sonra olmayacağını yazıyordu gazetede. Kötü olmuştum. Hiç aklımda yokken sen gittiğini duyduğumda kahrolmuştum. Sonrası daha da ilginç gelişti tabii. Lise yıllarımın son demleri belki de bitmişti -kusura bakma bu aralar biraz unutkanım- hayatımın en bunalımlı, en karmaşık, en "bir daha mı aman" diyeceğim bir kızarkadaş yaklaşıyormuş o gün. Zorla. Sürtüne sürtüne hayatıma girmeye çalışıyormuş. Sonradan da bir bakmışım ki doğru düzgün konuşamayan ben biriyle sevgili(?) olmuşum. O zamanlarda bu soru işareti yoktu tabii ki. Ne garip değil mi?
Sonrasında ise sahile gidip seni anmalar, şarkılarını dillendirmeler, adına şarap içmeler, tahta çardaklara adını yazmalar, sloganlar, alkışlar, şarkılarla geçmen ama yanımızdan bu defa. Bizim haberimiz olmadan aramızdan geçmen değil. Sevgili(?) mi? o gideli çok olmuştu. Ayrılalı yani. 1 ay dayanabildik birbirimize. Sonra 3 sene sakinlik evresi.
Sonra yine sen yoktun. Her sene, bunu ödeteceğimize yemin ediyordum neredeyse. Ödetemedikçe kendime olan inancım sarsılıyor biraz. Sonra toparlıyorum tabii. Dünya umrumda mı anasını satayım. Ödetemiyorsak eğer, ödetmemize engel olanlara ödetmeli. Sömürmeli, kanlarını emmeli, beyinlerini-benliklerini ezmeli. Sonra sen geliyorsun aklıma, diğerleri, diğerleri. Siz yok musunuz siz? Geri basıyorum bu düşüncelerden. Bazen bir başkası olmak da rahtlatır insanı. Neyse bu yazıyı kime yazım bilmiyorum. Sen değilsin Kazım. Sana geleceğine dair zerre inancım yok. Olsa muhtemelen yazmazdım. Duvara yazsam daha iyi sana yazmaktan. Yazılmış ve ortaya salınmış bir piç yazı olsun o zaman bu. Kimse de üstüne alınmasın. Değil mi?
Burjuvazi siyasetini siyasetçilerin özel hayatları ya da uçkurları üzerinden şantajla, komplo ile, ikram ile sürdürürken burjuva siyasetinin altında her geçen gün daha fazla ezilen halklar kimin neler yaptığını tartışmaktan ziyade burjuva siyasetinin pisliklerinden ve temiz bir siyasetin ancak işçi sınıfının iktidarı ile gerçekleşebileceğini tartışması gerekmekte değil midir?
Ne var yani insanlar sevişmişlerdir ve pek çoğu da farklı gezilerde bu işlere devam etmekte ayrıca büyük ihtimalle de kameralara takılmaktadır. Burjuva siyaseti açısından misyonunu tamamlama noktasına gelen AKP'nin yerine yeni bir piyon sürmenin hamlesi olarak o görüntüler kullanılmıştır. CHP'nin başına yumuşak başlı, halk adamı Kemal Kılıçdaroğlu'nun gelmesi muhtemeldir. Dolayısıyla burada şunu söylemek doğrudur diye düşünüyorum ki yeni piyon CHP'dir. AKP'de ılımlı islamla yapılmaya çalışılan bu sefer de "laiklik ve sosyal demokrasi" maskeleri altında yapılacak. Bizlere düşen bu güçlerin karşısında (-ki güçler doğru bir kullanım da değildir. Karşımızdaki güç parababaları ve onların sistemidir.). işçi sınıfını örgütlemektir.

6 Mayıs...


Bir de böyle deneyelim:
Fenerbahçe'nin Türkiye Kupasını en son aldığı tarihten 10 yıl öncesine giderseniz gencecik 3 fidanın bizlerin yaşında Türkiye Halkları'nın bağımsızlık ve sosyalizm mücadelesi uğruna savaşırken Amerikan uşakları tarafından idam edildiğini görürsünüz. Son sözleri hala kulağımızda, aklımızda...
Yusuf idam sehpasında "ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu uğrunda şerefimle bir defa ölüyorum. sizler, bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz. biz halkımızın hizmetindeyiz. sizler amerika'nın hizmetindesiniz..." demişti. Ve onları asan uşaklar hala ölüler. Unutularak mezarlara diri diri gömüldüler.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Bir eğitim örneği...


Bir eğitim derneği düşün, düşündün mü? Şimdi de bu derneğin bağış toplayabilmek için reklam verdiğini düşün... Kafanda nasıl bir şey canlandı bilmiyorum ama bu abi-ablaların yaptıkları reklamda Boğaz Köprüsü, bir adet Türksat uydusu gösteriliyor ve "bunların hepsini iyi eğitim görmüş çocuklar yaptı" deniliyor. Zarar ziyan bölümü ise gösterilenlerden biri de SAVAŞ UÇAĞI... Hani bizim hep kendimizi savunmak için kullandığımız ama nedense kendimizi ve müttefiklerimizi(!) savunurken(!) hep insanları öldüren mekanizmalar...
Şimdi soru şu: İyi eğitim görmüş bir çocuk açlıktan ölmeyecek olsa insan öldürecek bir mekanizma yaratır mı?
Cevabın evet ise o zaman soru şu hali alır: "iyi eğitim"in sorgulanması gerekiyor demektir...
Reklamı TED in sitesinde izleyebilirsiniz